Ne dersiniz? Türk Lirası için yeni bir düzenleme yapalım mı? Üstünde Türkçe yazıların Kürtçe, Ermenice, Arapça, Rumca ve diğer dillerde çevirileri de olsun mu?
Yanıtınız elbette siyasi konumlanışınıza göre değişir. Çekik gözlülerin düşmanlarına bu soru; hani şu Tophane’de Çin lokantasını basıp Uygur aşçıyı dövenlere; Mao maketi asanlara; Korelilere Çinli diye saldıranlara; Japon oyuncuyu Çinli sanıp nefret mesajları atanlara...
Yapalım mı ne dersiniz? Alıyorsun eline Türk parasını, o da ne, üstünde Kürtçe, Ermenice, Arapça yazılar var. Bilim-kurgu gibi mi geldi? Ama Çin’deki durum tam da böyle. Çin parasının üstünde ülkenin sayıca önde gelen etnik gruplarının dillerinde ifadeler var. Hiç elinize geçti mi Çin parası? Herhalde geçmemiştir. Buyrun Çin parasına, ikinci yüzde sağ üste bakın:
Ne dersiniz üniversiteye giriş sınavlarında pozitif ayrımcılık uygulamaya? Türkiye’de Romanların çok azı üniversitede okuyabilir. Kürtlerin çoğunlukta olduğu illerde üniversiteye giriş sınavında birçok öğrenci sıfır çekiyor. Bu illerde, 30 yıllık savaş, ana dilinde eğitim hakkının gaspı ve geri bıraktırılmışlığın sonucu, daha eğitimsiz ve yüksek oranda işsiz bir genç nüfus. Romanlar ve Kürtler, üniversitelere daha düşük puanlarla girsin mi? Ne dersiniz? Saçma mı geldi?! Ama bu, Çin’de uygulanıyor. Uygur gençlerin böyle bir hakkı var.
Ne dersiniz ana dilinde eğitime? Lozan Antlaşması’yla azınlık olarak tanınan Ermenilerle Rumların anadilinde eğitim hakları var, tüm sorun ve baskılara karşın; en azından hak var. Ermeni okulu var, Rum okulu var; ama Süryani okulu yok. Kürtlerin anadilinde eğitim görebilecekleri okullar, bu yıl zar zor açılabilen birkaç ilkokul dışında yok hükmünde. Kürtçe’nin seçmeli ders olmasından bahsetmiyoruz burada; bütün derslerin Kürtçe yapılabilmesinden bahsediyoruz. Nasıl ki Ermeni okulu varsa, Rum okulu varsa; Kürt okulu da Laz okulu da Çerkes okulu da olabilsin diyoruz. Ne dersiniz buna? Ülkeyi bölünmeye mi götürür? Ama Uygurların anadilinde eğitim hakkı var. Kendi okulları var. Ve aynı zamanda, Çinceleri zayıf olmasın; iş bulma olanakları daha geniş olsun diye; çocuklarını Uygur Okulu yerine Han Okulu’na gönderenler var. ‘Çin Okulu’ demedik, ‘Han Okulu’ dedik; çünkü Han, etnik çoğunluk; Çinli ise bir üst kimlik olarak bu coğrafyada yaşayan herkesi kapsıyor; İran örneğinde olduğu gibi. İranlı Azeriler, İranlı Kürtler, İranlı Ermeniler, hatta İranlı Yahudiler ve elbette çoğunluk olan İranlı Farsiler var. Üstkimlik kavramı daha anlamlı geldi mi? Ne diyorsunuz bu duruma?
Ne dersiniz nüfus politikalarında da pozitif ayrımcılık yapmaya? Örneğin 1915’te birçok ilde azınlığa düşürülmüş olan Ermenilere çok çocuk yaparlarsa teşvik ödesek ya da vergi indirimi yapsak? Rumlarla Yahudilere de, Süryanilere de yapalım. Ne dersiniz buna? “Daha da azalsalar fena olmaz” dediğinizi duyar gibiyim. Ama Çin’de Han çoğunluğa uygulanan tek çocuk politikası, Uygurlara uygulanmıyor; çok çocuk yapabiliyorlar Uygurlar. O kadar ‘baskı gören’ Uygurların bile bu kadar hakkı varken, “sen Türkiye’sin, büyük düşün”; yardım et Ermenilere, Rumlara, Yahudilere, Süryanilere; çoğalsınlar, serpilsinler, gelişsinler...
Ya peki özerklik? Ne dersiniz özerk bir Kuzey Kürdistan’a? Çin hükümeti, oraya ‘Sincan’ derken, siz ısrarla (ve belki de haklı olarak) ‘Doğu Türkistan’ diyenlerdenseniz; ne derseniz ‘Kuzey Kürdistan’ demeye? Ve bölgenin bir ölçüde Ankara’dan, bir ölçüde Diyarbakır’dan yönetilmesine? Ama bu da var belli düzeylerde Sincan’da ya da Doğu Türkistan’da. Her “Türkiye Türklerindir” dediğinizde “Kürdistan da Kürtlerindir o zaman” denilebileceği geliyor mu hiç aklınıza?
Sincan/Doğu Türkistan’a bağımsızlık isteyenler var aranızda. Kuzey Kürdistan’a da bağımsızlık isteyenler var. “Ama o Türk yurdu”; “o da Kürt yurdu”... Böyle gider bu... Solculuktan gelenler var aranızda. Neydi ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı? Ne dersiniz Doğu Türkistan’da bir bağımsızlık oylamasına, İskoçya’da yapıldığı gibi? İyi fikir mi? O zaman Kuzey Kürdistan’a çek bir bağımsızlık oylaması; kansız ve barışçılından olsun mümkünse.
Yani özetle, Uygurların Çin’de, Türkiye’de Kürtlerin sahip olmadığı hakları var ve bu haklar, gerçekte, Çin’in iyi ya da kötü niyetinden değil, sosyalist geçmişinden ileri geliyor. Hemen hemen tüm sosyalist ülkelerde, etnik sorunlar, kolektif haklar verilerek, hatta kimi durumlarda özerkliğin ötesine geçilip federasyona bağlı cumhuriyet kurma hakkı tanınarak çözülüyordu. Ancak aynı zamanda, Türkiye’deki Kürt politikasının tersine, Çin hükümeti, ülkede Uygurların yere bağımlı (teritoryal) bir azınlık olmasını engellemek için elinden geleni yapıyor. Han çoğunluğun Sincan/Doğu Türkistan’a yoğun olarak yerleştirilmesiyle, Uygurlar, kolektif hakları tanınan, fakat vatansızlaştırılan bir konuma doğru sürükleniyorlar on yıllardır. Bunun Türkiye’deki karşılığı, milyonlarca Türk’ün Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı şehirlere kaydırılması ve bu ‘taşınmalar’a destek olmak için onlara çeşitli teşvikler ve vergi indirimleri uygulanması biçiminde olabilirdi. Bir benzerini Filistin topraklarını her dakika kemiren İsrailli yerleşimcilerde görüyoruz.
Neden şimdi ve neden bu şekilde?
"Çin'de Hiç Bir Sorun Yok" modundakiler |
Türkiye’de bazı kesimlerin “Çin’de hiç bir sorun yok” modunda düşünmelerini de buraya not edelim. Kimdir bunlar? Kimilerini tanıyoruz? Birinci grup, iyi ya da kötü niyetli bir biçimde, Çin’in hâlâ komünist olduğunu düşünenlerden oluşuyor. Bunların iyi niyetlileri, Çin’de kapitalizmin geçici olduğuna ve Çin Komünist Partisi’nin belli bir noktadan sonra komünizme geçeceğine inanıyorlar. Bu kesimin unuttuğu, bu ‘kapitalist geçiş’ sürecinin AKP örneğine benzer biçimde partili bir burjuvazi yarattığı: Komünist Partisi’ne üye ultra-zenginler ya da parti üyesinin sağladığı olanaklarla palazlanmış ultra-zengin yakınlar... Kötü niyetlilerin bir kısmı, Soğuk Savaş zihniyetiyle, Çin’in hâlâ komünist olduğunu sanıyor; bir diğer kısmı, Çin hakkında yeterince bilgi sahibi olmadığı için böyle sanıyor. Biri, önyargıdan; öteki, bilgisizlikten... Bir diğer “Çin’de hiç bir sorun yok” modunda olan grup, Çin’le ticaret yapan Türkiyelilerin çoğu. Onlar, Çin’i 1.5 milyara yakın nüfusuyla dev bir pazar olarak gördükleri için, siyasetin ticaretin önüne geçmesinden çekiniyorlar ya da böyle bir önceliklenme, ticari çıkarlarına uygun düşmüyor. AKP hükümeti de, iç politikada bir ihtiyaç olmadıkça, Çin’le ilişkilerini iyi tutmaya çalışıyor. Çin, küresel ekonomide dikkate alınmayacak bir aktör değil. Bir Suriye değil, bir İtalya değil. Bazı Müslüman ülkelerin seccadeleri ve bazı Batılı ülkelerin bayrakları bile Çin’de üretiliyor. Çin’le ticari ilişkilerin zarar görmesinin Türkiye ekonomisini oldukça olumsuz etkileyeceğinin hükümet de burjuva sınıfı da farkında. KOBİ’ler Çin tehdidinden yakınsa da, büyük burjuvazi, Çin’le ilişkilerden memnun; Çin’de büyük yatırımları var, daha da olacak. Sincan/Doğu Türkistan ile ilgili sahte fotoğrafların bu kadar yaygınlaşmasındaki etmenlerden birinin KOBİ’lerin Çin tehdidi algısı olduğunu ileri sürenlerin varlığını buraya not edelim. Ek olarak, İsrail’le Türkiye arasındaki Mavi Marmara gerilimi sırasında bile, ticaretin ve askeri ilişkilerin sürdüğünün unutulmaması gerekiyor. Diğer bir deyişle, ticaret, çoğunlukla siyasete yön veriyor. Üçüncü bir “sorun yok” grubu, Türkiye’nin az sayıdaki Çin uzmanının bir bölümü. Sincan/Doğu Türkistan konusunda sert bir duruş sergilerlerse, ileride Çin’e girişlerinin engellenebileceğini bile düşünenler var. Bunun başka ülkelerden örnekleri bulunuyor. Yazdıkları nedeniyle Çin’e giremeyen Batılı araştırmacıların varlığı biliniyor. |
Ancak, bu konunun, Türkiye’de gündeme geliş biçimi ve geliş zamanının ayrıca incelenmesi gerekiyor. Birçoklarının bildiği, ama aynı zamanda birçoklarının da hâlâ bilmediği gibi, sosyal medyaya servis edilen vahşet fotoğraflarının sahte olduğu ve bugünlere dair olmadığı ortaya çıktı. Aslında bunun kısa sürede çıkması bile, sosyal medyanın devlet ve sermaye güdümündeki medyalardan daha güvenilir olabileceğini bir kez daha gösterdi. Sosyal medya kullanıcıları içinde, çokça eleştirel medya okuru var; aynısı, devlet ve sermaye güdümlü medyalar için geçerli değil. Akla, aynı manşeti atan (“demokratik taleplere can feda” vb.) havuz medyası geliyor hemen. Gezi, şaşırtıcı bir biçimde, Sincan/Doğu Türkistan konusunda da bir turnusol oldu. Gezi direnişine uzaktan/yakından, doğrudan/dolaylı destek veren sosyal medya kullanıcıları (bunları kolaylık olsun diye ‘Gezidaşlar’ olarak adlandıralım bu yazıda), genel kullanıcılara nazaran çok daha bilinçli. Haberleri doğrulamaya çalışıyorlar. Bunu yabancı kaynaklara bakarak ya da belli bir konuda görüşlerine ya da uzmanlığına güvendikleri diğer kullanıcılara özelden ya da genelden sorarak yapıyorlar. Gezidaşların fotoğrafların sahte olduğunu saptaması, gerçekten çok kısa sürdü. Kimileri için bir gün; kimileri için birkaç gün. Çıkarılacak ders, Gezi Direnişi günlerinde olduğu gibi, sansasyonel olma olasılığı yüksek olan paylaşımların doğrulama olmadan aktarılmaması. Öte yandan, Gezi’nin, aynı zamanda, Gezidaşların vicdanını da pekiştirdiğini söyleyebiliriz. Sincan/Doğu Türkistan bağlamında, “mazlum kimden olursa olsun yanındayız” türünden yorumlar, haber doğrulaması yapılmadan önce çokça paylaşıldı.
Yalnızca Sincan/Doğu Türkistan’da değil Çin’in genelinde temel sorun, hukuk devletinin yokluğu. Türkiye’de birçok katliam olmasına karşın (örneğin, Sivas yangını, Roboski, Soma ilk akla gelenler), hukuk yolları bir ölçüde açık. Sözgelimi, AİHM’den dönen davalar olabiliyor (gerçi bu da, son süreçte zorlaştırıldı). Türkiye’de ölümler sıradan; hesap sorulamıyor; Çin’de ise, bu açıdan, çok daha kötü koşullar var. Her gün Çin’in çeşitli kentlerinde ve köylerinde protestolar oluyor ve bunların bir bölümü kanlı bir biçimde bastırılıyor. Bunlar basına yansıyamıyor bile. Fakat Sincan/Doğu Türkistan sorunu, havuz medyasında ve onun koltuk değneği olan çeşitli gazetelerde, bilindiği gibi, din ve inanç özgürlüğü sorunu olarak sergileniyor. Oysa, bunun bir insan hakları ve hukuk devleti sorunu olarak değerlendirilmesi gerekiyor. Fotoğrafların sahte olması, bölgede şu an olmasa bile genel olarak çeşitli sorunların olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Peki bir insan hakları ve hukuk devleti sorunu, neden din ve inanç özgürlüğü sorunu gibi sunulur? Nedenlerden biri, milliyetçi-muhafazakar politikacıların, böylece kitlelerini konsolide ve mobilize etmeyi ve potansiyel kitlelerine ulaşmayı hedeflemeleri olabilir. Bir diğer neden, milliyetçi-muhafazakar ideolojinin dünyayı algılamadaki sınırları ve eksikleri ile ilgili olabilir. Milliyetçi-muhafazakar ideoloji, dünyayı biz ve diğerleri (düşmanlar, kafirler vb.) diye bölerek, zihinsel olarak daha az yük üstlenmiş olsa da, bu basitlik düzeyi, dünyanın karmaşıklığını açıklamaya yetmiyor. Çünkü bir kere ne Türkler birlik (sanıldığının tersine, Orta Asya cumhuriyetleri, Türkiye’nin liderliğine sıcak bakmıyor; Türkiye’yi başka kültürlerle karışıp bozulmuş bir ülke olarak görüyorlar) ne de Müslümanlar (ilk akla gelen, Şii-Sünni ayrımı; ama Arap coğrafyasında çokça başka farklar da bulunuyor). Bir diğer neden şu olabilir: Sorun, bir insan hakları sorunu olarak çerçevelenirse, AKP hükümeti, kendi insan hakları ihlallerini açıklamakta zorlanacaktır.
“Zamanlama manidar” sözü de burada geçerli olabilir. HDP’nin barajı geçmesi ve üstelik de MHP’yle eşit sayıda milletvekili çıkarmasıyla sarsılan AKP ve MHP’nin tam da şimdi, erken seçim olasılıkları öngününde böyle bir kampanyaya ihtiyaç duyması şaşırtıcı olmaz. Zamanlamayla ilgili bir diğer neden ise, Ramazan’da Müslümanların inançlarını istismar ederek onları harekete geçirmenin daha kolay olduğunun düşünülmesi olabilir.
Sincan/Doğu Türkistan sorununun ortaya konulma biçimi, Erdoğan’ın “ey Esed, halkına zulüm etme” demesine benziyor. Çin’e yönelik medya sansürü eleştirisi, belli bir ölçüde Türkiye için de geçerli sonuçta. Türkiye’den çokça gazetecinin susturulduğunu, işinden edildiğini vb. sık sık duyuyoruz. Yani “tencere dibin kara, seninki benden kara” durumu sözkonusu. Bu medya sansürü, haber akışını zorlaştırmakla kalmıyor; durumu dışarıdan ya da uzaktan takip edenler için Çin’in resmi medyasıyla Amerikan güdümündeki ve Çin’in bir küresel güç olarak yükselmesini dizginleme amacı güden sözümona ‘muhalif’ medya arasında sıkışıp kalmayı da getiriyor. Bu nedenle, Çin’e ilişkin haberlere eleştirel bir kuşkuyla yaklaşmakta yarar var. Uygur muhafeleti de, çoğunlukla, desteklenebilecek bir konumda değil. İslami terörizm ile Amerikancılık yelpazesinde yer alan bir muhafelet sözkonusu. Çin’in resmi terörizm söylemi, bu nedenle, bir ölçüde doğru. Ancak bu, Türkiye’de olduğu gibi, daha demokratik muhalefet biçimlerine yönelenleri kriminalize etme aracı olarak kullanılabiliyor. Diğer bir deyişle, tepkilerini barışçıl yollarla dile getirenler de terörizm suçlamasıyla karşılaşıyor. Egemenler üç aşağı beş yukarı aynı.
Türkler çekik gözlü değil miydi?
Uygur Türkleri'nin Washington D.C'de Beyaz Saray önünde yaptıkları Çin karşıtı eylem. (10 Temmuz 2009)
Sincan/Doğu Türkistan sorunuyla ilişkilendirilerek, Çinli sanılan Koreli turistlere saldırılması, bir skandal ya da bilgisizliğin ötesinde bir durum; kimliksizliğin de bir göstergesi. Neden? Çünkü milliyetçilerin ideolojilerinde ana eksenlerden biri olan Öztürkler ya da Öntürkler, çekik gözlüydüler. Uygurlar da Orta Asyalılar da öyle. Üstelik, din ve inanç özgürlüğü ihlali iddialarında birşeyler oldukça yanlış görünüyor: Bir kere, Türklerin tarihte, Sünni tarihin uydurmalarının tersine, zorla Müslüman yapıldığı unutuluyor (bkz. Erdoğan Aydın’ın ‘Nasıl Müslüman Olduk?’ kitabı). Öztürklerin ya da Öntürklerin dini, Arapların değil Çinlilerin dinlerine yakın. Uygurlar’ın, Müslüman fetihçiler için, Çin coğrafyasına girmek üzere bir tür koçbaşı işlevi görmüş olduğu söylenebilir. Öztürkler ya da Öntürkler, Sincan/Doğu Türkistan’da değil; Sibirya’da ve Kuzeydoğu Asya’da Şamanist olarak yaşıyorlar. Onların yaşantıları, Sünnileştirilmiş Türkler yerine, daha çok Türk Alevilerin yaşantılarına benziyor. Bunun anlamı, milliyetçilerin kendi ideolojileri açısından dini milliyetin önüne koyarak çelişkiye düşmüş olma olasılıklarıdır. Bugün Türk milliyetçisi hareketlerdeki en büyük eksikliklerden birinin, İslam-öncesi Türk yaşantısını diriltmeye yönelik siyasi bir çaba içinde bulunulmaması ya da olsa bile böyle bir çabanın cılız kalması olduğu söylenebilir. Oysa, dünyanın birçok ülkesinde, baskın dinlerden önceki yerel dinlerin diriltilmesi (örneğin Kuzey ve Güney Amerika’da yerli dinleri) siyasal hareketlere esin kaynağı olmuş durumda. Dahası, bugün Türk milliyetçileriyle Uygurlar arasındaki benzerlikler, sanıldığından daha az. Bu durum Orta Asya için de geçerli. Türkiye’de at eti yemiyoruz (Alparslan’ın komutanlarından Danişmend Gazi’nin (ölümü 1084) at kurban edip yediğini ve yedirdiğini Danişmendname’den öğreniyoruz; ama sonra Sünnileşme ve Araplaşma başlıyor); kımız içmiyoruz; evet yoğurt yiyoruz ama Orta Asya’da zeytinyağı da yok tuzlu su balığı da. Genetik benzerlik de bulunmuyor. Zaten çoğunluğun çekik gözlü olmamasından da belli bir durum. Üstelik, çekik göz, genetik olarak daha baskın. Çekik gözlülerle düz gözlülerin çocukları, çoğunlukla çekik gözlü oluyor. Dünya nüfusunun yaklaşık olarak üçte biri çekik gözlü. İlerleyen onyıllarda bu oran, ikide bire bile çıkabilir.
Katliamların sorumlusu halklar değil faşistlerdir
Bu tartışmalarda, ana-akım medyada yapılan bir diğer yanlış, “Sırplar ya da Çinliler katliam yaptı” gibi açıklamalar. Katliamları halklar yapmaz; faşistler yapar. Israrla tersi iddia edilse de, gerçekte, faşizmin ulusu yoktur. Bir Sırp faşistiyle Boşnak faşisti arasında büyük farklar bulunmaz. Yahudi Soykırımı’nı da Almanlar değil Naziler yapmıştır. Yıkıcı bir ideolojiyle hareket eden bir kesimin yaptıkları kötülükleri bir halka yıkmanın tersten ırkçılık olduğu söylenebilir. Amerikan halkı, katliamcı değildir; Vietnam halkı da bir bütün olarak kahraman değildir gerçekte. Vietnam’ın yaklaşık yarısı, savaşta Amerika’ya çalışmıştır; Amerika’da ise milyonlar, savaşa karşı çıkmıştır. Dolayısıyla, kötülükleri bazen kötü niyetle bazen de ağız ya da klavye alışkanlığıyla halklara yükleyenler, linç kültürünün azmettiricisi oluyorlar. Ancak, sorumluluğu tümüyle onlara yüklemek, linççileri aklamak anlamına geliyor. Azmettiriciler de linççiler de eşit derecede sorumlu. Bir diğer hata, mazlumlar adına konuşmak. Kürtlerin güçlü olmadığı, önceki on yıllarda hep başkaları onların adına konuştu. Şimdi öyle değil. Benzeri bir durumun Uygurlar için de geçerli olabileceğini unutmamak gerekiyor. Mazlumlar adına konuşulacağına; mazlumların kendilerinin konuşabileceği araçları yaratmak gerekiyor.
İdeolojik dış politika
Genel olarak Asya araştırmalarım dolayısıyla tanıştığım Çinlilerden biri, 2007’de İstanbul’a gelmiş olan bir profesördü. O sıralar, Türk Dışişleri, enerjisinin çoğunu ‘Ermeni Soykırımı’nın yalan olduğunu kanıtlamaya harcadığından, kişisel sohbetimizde şöyle demişti: “Sizin hükümetiniz dış ilişkilere fazla ideolojik yaklaşıyor; bu zihniyetle yüksek oranda ekonomik büyüme olmaz. Biz de eskiden, Mao döneminde falan öyle bakıyorduk; o günleri neyse ki geride bıraktık.”
Söyleyecek söz yoktu. Ancak, Sincan/Doğu Türkistan sorunu, Tibet sorunuyla birlikte, Çin’in küresel güç olarak yükselmesinden rahatsız olan büyük devletler tarafından, sürekli olarak öne sürülüyor ve sürülecek. Yıllar sonra, başka bir Çinli profesöre ‘Sincan/Doğu Türkistan sorunu’ sorulduğunda, “e, sizde de Kürt sorunu var; eşit sayılırız” diye yanıt vermişti. Gerisi, iki ülke açısından da, “içişlerine karışmak” anlamına geliyor. Dolayısıyla, Sincan/Doğu Türkistan her hatırlatıldığında, Türkiye’de “e peki Kürtler?!” denilecek. Bu yanıt, Çin’in Ortadoğu’da daha etkin bir politika ve ticaret etkinliği içine girmeye planladığı bir dönemde yeni işlevler de taşımaya başlayabilecek. Üstelik, hükümet de burjuvazi de, yukarıda belirtildiği gibi, Çin’le ticari ilişkilerin ne kadar hayati olduğunun farkında. Bu nedenle, AKP hükümetinin ciddi bir tepki göstermesi olanaksız. İç politikada puan toplamak için bir çıkış yapacak olsa bile, hemen ardından bu çıkışı sessizce yumuşatmanın yollarına bakacaktır.
Çin ekonomisi, bu hızda büyüdükçe ve ülke, Afrika ve Latin Amerika’daki dev yatırımlarıyla dünyayı avucunun içine almaya başladıkça, Türkiye’nin Çin ile ilişkilerinde ideolojik davranma seçenekleri daha da azalacak. Yine de, protesto edilmesi gerekenler, Çinliler değil, AKP kurmaylarıdır. Çünkü Ortadoğu politikalarında pragmatik değil ideolojik davranabildiklerini ve üstelik bunu felaket pahasına yapmayı göze alabildiklerini gösterdiler. Mısır’a yönelik desteğin yarısını bile Türkmenlere yöneltmediler. AKP, Mısır’a gösterdiği o ‘Müslüman kardeş’çe ilginin onda birini Uygur halkına gösterseydi, her şey çok daha farklı olacaktı. Çin’in küresel güç olarak yükselişi, aynı zamanda, komşusu olduğu ülkelerle tarihsel anlaşmazlıklarının alevlenmesine yol açıyor (bkz. Güney Kore, Japonya, Vietnam, Filipinler). Bu ülkeler, Çin’le ticari ilişkilerini geliştirmekle birlikte, siyasi çıkışlardan da geri durmuyorlar. Bu da ayrı bir yazı konusu. Fakat burada bunu dile getirmemizin nedeni, hem ticaret hem siyaset gibi bir seçeneğin de olanaklı olduğuna dikkat çekmek...
Sonuç Yerine: Asıl milliyetçilik Testi
Gerçekten Türk milliyetçisi olanların yapabilecekleri birşeyler var elbette. Zengin Arap ülkelerinin de, Türkiye’nin de, Asya’nın Müslüman ülkelerinin de sahip çıkmadığı mazlum Arakan halkına elbette destek olunmalı; ama bunun AKP’nin İslam dünyasının lideri olma hayalinin bir aracı olarak kullanılmasına izin verilmemeli. Yukarıda belirtildiği gibi, katliamları halklara (Myanmarlılar) (ve de dindaşlara (Budistler)) bağlama hatasına da düşülmemeli. Asıl soru şu: Neden o kadar uzağa gidiliyor? Irak’ta Suriye’de her gün her gün Türkmenler öldürülüyor. Kim savundu kim savunacak o mazlumları, turistlere saldırmak yerine? İşte asıl milliyetçilik testi. (UBG/HK)